09 HAZİRAN Cumartesi, 2018




YAĞMURDAN YANSIMALAR
Ülkü ŞAHNA

YAĞMURDAN YANSIMALAR

Reklam

Yolun ıslaklığına düşüp parıldayan ışıklar, gecenin sessizliğinde kendini tekrarlayan yağmurun sesi ve gökyüzünün geceye inat beyaza çalan rengine bakıp: “Geldi yine sonbahar, demek getirdi yağmurlarını şehre.” diye düşünüyorum, balkonumdan göğe doğru üflerken sigaramın gri dumanını. Gök, geceye saygısından gürlemeye çekiniyor ve biran önce üstündeki bulutları silkeleyerek kendi rengine kavuşmak istiyormuşçasına telaşla dökerken yağmurunu, içinde harfler barındıran ama zihinde anlaşılır bir karşılığı olmayan, öfkeli sesler çıkartan biri bölüyor yağmurun ritmini. Başım, tuhaf sesin geldiği yöne doğru reflekssel bir hızla dönüyor o anda. Ayak bileklerine kadar uzanmış siyah paltosuyla kaldırımda yürürken tıpkı bir hayaleti andıran adamı takip etmeye başlıyor gözlerim. Binaların pencerelerinden yayılan ışıklar, sokak lambalarının yaydığı ışıkla birleştiğinde adamın hayli iri cüssesi ve darmadağınık uzun saçları belirginleşiyor. Karartı, baş bölgesinde o kadar geniş bir alan tutuyor ki bunun sadece uzun ve birbirine karışmış gibi duran saçlardan ibaret olmadığı, ona eşlik eden sakalların varlığı da anlaşılıyor daha dikkatli bakınca. Heybetli cüssesi ile yalpalayarak yürüdükçe, ağzı sıkıca düğümlenmiş alelade beyaz bir poşet bohça gibi sallanıyor elinde.  Trafik ışıklarının olduğu yere yönelip yanan kırmızı ışığa ve kendisine çalınan kornalara hiç aldırmadan yavaş yavaş geçiyor yolun karşısına. Çıkarttığı hoyrat ve anlaşılmaz sesler, yağmurla hüzünlenip kapanmış olan gecenin gözlerini yeniden açması için zorluyor sanki. Ben,  fincanın içinde şekil almış telvelerden anlam çıkartmaya çalışan bir falcı misali yukarıdan dikkatle izliyorum karartının her hareketini.   Sanki adam, karanlıkla bütünleşmek istiyor da gece onu sarıp basmıyor bağrına; adam, yağmurda eriyip suya karışmak istiyor ama yağmur da onu kabul etmiyor gibi. O da, içinde kalan son umutla, belki bir hayıflanmayla belki de eski bir hatırayı kovma çabasıyla, vuruyor ayağını yerde birikmiş suyun yüzüne. Kendisinin kırılmış olduğu yerden kırabilmek için zamanı, bir kez daha bırakıyor öfke saçan soluğunu anlaşılmaz seslerle. Sokak lambalarının mesafe arttıkça azalan ışığı, gözün iz sürme yeteneğini kaybettirdiğinde, ıslak bir gecede kendine gerçeklik arayan hayaletin öfke dolu sesi de duyulmaz oluyor artık. Gecedeki karartısı silinse de göz kapaklarıma raptiyelenip kalıyor silueti. Kalan görüntü, her göz kırpışımda acıtıyor derimi. Raptiyenin sivri ucu değil acıtan, onun, heyula bedenine gizlediği çaresizliği, kimsesizliği...  Çevirip başımı, asfaltın üstünde neşeyle parıldayan ışıklara bakıyorum. Neden bu kadar neşeli bu parıltılar? Bu halleriyle yaşanan her şeyi kurmaca bir oyun gibi hissettiriyorlar. Gördüğüm hiçbir şeyin elle tutulur bir gerçekliği yokmuş gibi sisli, puslu bir ruh hali içinde: “Elinde taşıdığı o biçimsiz poşette ne vardı acaba? Yiyecek mi, giyecek mi?” diye düşünüyorum. Böyle bir şeyi düşünürken kendime yakalanmış olmak utandırıyor beni.  İnsan ne garip. Merak ettiğim şeye bak! Yaşamış olabileceği olumsuzlukları daha  az önce bir fala bakar gibi geçirirken  zihnimden,  poşetin içinde ne olabileceğine takılmış olmak!    Oysa ben, sıcacık salonumda yumuşacık müzikler dinleyip dostlarla şenlenmiş gecede, bir sigara molası için çıkmışken buraya, sokaktan geçen bir karartının ağzından saçılan anlaşılmaz seslerle düşüncelere dalıyorum.  Hayat, işte tam da böyle bir şey; ıslak, kaygan zeminler… Hayat: evimden seyrettiğim yağmurun, yola düştüğünde ayna gibi parlak yansımalar yaratması; ama işte, kimi yukardan seyreder; kimi,  o kaygan zeminin üstünde yansımanın bir parçası… İçimde, semirmekten yanakları al al olmuş keyif de alıyor bu manzaradan nasibini, az da olsa soluyor benzi. Yok, istemiyor şimdi sıcak pencerelerden sokaklara yayılıp romantik renk cümbüşü yaratan ışıkları seyretmeyi. Adamın gideceği karanlık adreslerin merakı alıyor onun yerini. Islak kıyafetleriyle nerede ısıtacağını bedenini? Kime çaldırdığını fikrini? Karanlığın içinde kime kızıp küfrettiğini ve şaşılası bir şekilde, hala merak ediyorum o poşetin içindekileri.  Bir sigara daha yakıyorum ama bu seferki farklı bir sebepten. Annem gibiyim ben. Keyiflenince de kederlenince de bir sigara yakar hemen. Bu ikisi denk bir duygu mudur birbirine bilmem. İçimizdeki mekanizmayı aynı şekilde dürttüğüne göre… Neyse…  Akıl emanet bize. Ona iyi bakmak gerekse de bakamıyoruz işte. Akıl emanet de beden değil mi sanki? Hangisi üstün birbirinden? Şu, dünyanın çarpık dişlerine aklını kaptıran insanlar ve çarpık dişlilerle henüz karşılaşmamış biz akıllılar! Şimdi düşünüyorum da biz nasıl oldu da kaptırmadık aklımızı? Kader mi bunun adı yoksa şans mı? Belki de çarpık dişli biz olduğumuz için akıllı kalmış olma ihtimalimiz olamaz mı?

Sanırım üşüdüm.  Sigaram da biteli çok olmuş belli. Nerde kalmıştım? Salonda beni bekliyorlar. On dakikadan çok oldu buradayım ve en sevdiğimiz şarkıyı ben gelmeden sakın açmayın demiştim. Birkaç defa seslendiler sanırım.  Bu yağmur yarına kadar diner de güneş yüzünü yine serer mi acaba camlara? Acıktım da üstelik. Bir atıştırmalık tabağı hazırlayıp geceye devam edelim bari. Yarın şöyle manzaraya nazır mükellef bir kahvaltı yaparız. Bak, şimdi yemek falan deyince yine aklıma geldi,  o biçimsiz poşette…

-Geldim, geldim...

Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
TOKİ SİLİVRİ'DE KONUT YAPACAK
FENERBAHÇE'NİN YENİ BAŞKANI ALİ KOÇ
FENERBAHÇE'NİN YENİ BAŞKANI ALİ KOÇ